Nietzsche Ağladığında Romanı Hakkında Bir Değerlendirme: Sahi Psikoterapinin Doğumu Böyle mi Olmuştu?

*Hasan Remzi Eker

“Kılavuz, öğrencisine bütün izleri göstermelidir. Ama gideceği yolu seçmemelidir.”

Sanırım Nietzsche Ağladığındaromanını bir buçuk aylık bir okuma serüveni içerisinde okudum. Bu serüvenin sonlarına doğru ise Mustafa Özel’in Dergâh Dergisi’nin Haziran sayısında “Kıyamet alametlerinin vitrini roman” isimli yazısındaki şöyle bir izahına denk düşmüştüm: Roman, hakikatsiz kalmış bir dünyanın yaralarını ifşa sanatıdır. Bir çare önermez belki, ama hiç değilse marazı doğru teşhis etmemize yarar. Bu ifadeler benim için yaptığım bunca roman okuma eylemini temellendirmekte büyük bir referans oldu. Bir de bu gözle baktım diyebilirim maziye ve şimdiye. Nietzsche Ağladığındakitabı da bu temelden hareketsiz olamaz. Yazarı Yalom bilindiği üzere bir psikiyatrist ve uzun yıllardır mesleğini özgün bir şekilde sürdüren bir uzman, bir psikoterapist. Bununla beraber ruh sağlığı alanına kurgusal türden katkılar sunarak alternatif bir bilim yapıyor denebilir. Yani Yalom akademik yayınlarla hedeflenen bilgi, tecrübe, metod, kaynak, yeni çıkarımlar, öz eleştiri, eleştiri gibi başlıkları bir roman arayıcılığıyla sunabilirliği başarmış birisi. Aklıma Engin Geçtan hocanın edebi eserleri geliyor Yalom’u düşünürken, onun hakkında yazarken ya da onu okurken.

Nietzsche Ağladığındaeserinde bir doğum sancısı söz konusu… Henüz psikoterapi keşfedilmemiş. Ruhsal kaynaklı sorunlar, somatik problemler daha çok biyolojik çözümlemelerle açıklanmaya çalışılıyor doktorlarca. Fakat yetersizliği görenler yok değil. Bunlardan biri Dr. Breuer diğeri ise Freud. İki doktor çok sıkı dost… Dr. Breuer mesleğinin zirvesinde iken Freud henüz çaylak ama zirveyi zorlayacak fikirleri var; bilinçdışı, rüya analizi gibi. Dr. Breuer somatik rahatsızlıklara hipnoz tekniği içerisinden çözüm bulmayı deniyor ve “konuşma terapisi” gibi bir buluşun eşiğinde ve adeta süpervizörü olan Freud ile bu teknikleri denediği seanslarını tartışıyor. Eser işte böylesine keyifli bir kurgu ile başlıyor ve bir üçüncü ana karakter Nietzsche ile gelişiyor. Nietzsche felsefede henüz fikirlerini büyük bir takdirle takip edecek okuyucu kitlesinin doğmadığına inanan yalnız, inatçı, ümitsiz, insanlardan uzak bir yaşantı süren hatta üniversitesinden kovulmuş bir akademisyen, düşünür. Yakın bir  kadın dostu olan Salomé, ümitsizlik ve intihar meyilli şikayetleri ile birlikte şiddetli migren ağrıları da olan Nietzsche’yi Dr. Breuer eliyle tedavi ettirmek ister, bunun için kışkırtıcı bir dayatma sergiler. Bu durumu kabul etmek zorunda kalan Dr. Breuer’in zihninde ise bu sağaltım sürecinin nasıl olacağına dair otoritelerce kabul görmüş “ümitsizliklere ilaç, ruhlara doktor yoktur” inancı içerisinden bir gerilim yaşanır. Bu gibi durumların sık olmaya başladığını da gören Breuer, gitgide gelen hastalarında artık geleneksel tıbbın yetersizliğini derinden hisseder. Dr. Breuer daha öncesinde bir literatürün bu konuda başlatılmamış olmasından oldukça şikayetçi, kaygılıdır. Böylece bu yola kendi başına çıkmaktan geri durmayacağını gösterir.

Ana karakterlerle akan olay örgüsü içerisindeki gerilime Yalom’un psikoterapinin doğumunu yerleştirdiğini söylemek mümkün. “Baca temizliği”, “konuşma terapisi”, “düşünce deneyi” gibi temel terimlerin içerisinde okuyucu şimdi ile geçmiş arasında gidip gelerek bu doğumun yapbozunu tamamlayabiliyor. Özellikle Nietzsche’nin bir karakter olarak seçilmesi ile adeta Felsefe ile Psikoloji, Tıp ve Psikiyatri’nin sert tartışmalarını görüyoruz. Ve bu disiplinler arası şiddetli, tansiyonu yüksek tartışmalardan nasıl verimli açılımların, bakış açılarının elde edildiği anlaşılıyor okur tarafından. Nietzsche ile yaptığı seanslarda felsefenin gerçeğe, pratiğe uzanamayan bir noktada olduğuna dair sık sık eleştiri getiriyor Dr. Breuer. “Konuşma terapisi” seanslarında çoğunlukla Nietzche’nin etkileyici ve vurucu sözlerine karşın bu sözlerin kendisinde entelektüel bir beğeniden öteye geçip bir değişikliğe, bir çözüme yol açmadığından yakınıyor, sızlanıyor ve hatta kendisini daha çaresiz hissettiğini söylüyor.

Yalom’un temelde ilişkiyi önemsediği aşikâr. Dr. Breuer ve Nietzsche arasında çerçevelendirilmiş standart bir teknik olmadan kişiye ve duruma özgü doğal bir yöntem arayışı ile ilgili bir süreç yaşanıyor. Bu bana Kemal Sayar hocanın, “Anlayış teknikten önce gelir.” sözünü ve aslında birçok ruh sağlığı alanında duayen ismin teknikten önce ilişkiyi, etkili teması önceleyen sözlerini hatırlatıyor. Bugünkü bilgimizle eserdeki kurguyu değerlendirdiğimizde psikoterapiye yakın diyebileceğimiz tekniklerin ara ara göründüğü bir ilişkide ne zamanki danışan uzmanına güveniyor ve onun kendisini yargısız bir şekilde dinleyeceğine ikna oluyor; işte o zaman tüm dinamikleriyle düşüncelerin kapıları açılıyor ve o anda aslında beklenen sonuç geliyor. Bir enerji, bir motivasyon ortaya çıkıp danışanın problemine kendi bağlamında bir açıklama getirmesi gerçekleşiyor. Bir başka ifade ile taşlar yerine oturuyor. Zira Yalom’un ifadesiyle “dürüstlük; dürüst sorular, dürüst cevaplar en iyi ilaçlardır”.

Hayatın içerisinde bazen takılı kaldığımız anlar oluyor. O anlar genişliyor ve günlük pratiklerimizi kuşatıyor. İşte o zamanlarda takılı kaldığımız anların sorumluları olarak gördüğümüz insanlar oluyor. Dr. Breuer için bu insan kendi eşiydi. Ona düşman olduğunu söylüyordu. Çünkü özgürlüğünü, yaşam neşvesini çaldığına inanmıştı. Hâlbuki Dr. Breuer’in Nietzsche ile yaptığı “konuşma terapisi” sayesinde düşüncelerinde daha derin noktalara ulaşıp takıldığı olgularla bu temelden yüzleşmesi sonucu bu inancın yanlış olduğunu anlaması ve gündelik hayattaki kısır döngüsünü yıkması oldukça etkiliydi. Dr. Breuer böylece çözümün ancak takılı kalınan olguyu iyi bir çözümleme ile bileşenlerine ayırıp bunu gerçekle sınadığında doğal bir sonuç olarak çıkabildiğini anlamış oldu. Benzer takılı kalmışlıkları, semptomları olan Nietzsche ise bu sonucun hemencecik kendisiyle paylaşılmasında ısrarcı olmuştu. Çünkü bir an evvel bu reçete ile o da aynı sonuca ulaşacağını sanmıştı. Dr. Breuer ise bu sürecin eşsiz bir deneyim olduğunu ve ancak kişisel bir çaba ile tekrardan yaşanabileceğini yani tekrarının mümkün olmadığını ancak tekniğin tekrarlanabileceğini açıklamaya çalışmıştır. Breuer’in çözüme giden yolun eşsiz olacağını savunması psikoterapi bilinci için oldukça yerindedir.

Eserde rüyalar yer yer yorumlanır. BDT ilkeleri, psikodinamik yaklaşım yer yer uygulamalı olarak sunulur ve psikoterapinin işleyişi eser boyunca gösterilir.  “Amor fati” yani “yazgını seç, yazgını sev” kavramı ile beraber kader/yazgı anlayışı da sorgulanır. Nietzsche, Dr. Breuer’e sık sık hayatın içerisindeki yaşanmışlıkları ve yaşananları bir akışın getirdikleri olarak görmemesini salık verip bunları kendi seçimleri olarak kabul etmesini ister. Böylece yaşadığı hayatın sahibi ya da sorumlusu olabileceğini yani özgür biri olarak yaşayabileceğini savunur. Dr. Breuer için bu farkındalık kolayca anlaşılsa bile hemencecik içselleştirilebilecek bir durum olmaz. Seanslar içerisinde bu anlam Breuer’in dünyasında kendisine yer bulmaya, hayat bulmaya başlar. Nihayetinde der ki, “Yazgımızdan kaçamasak da onun karşısında dikilebilmeliyiz, alınyazımızı kendi irademizle yaşamalıyız”.

Bu romandan bir Psikoloji öğrencisinin edineceği kazanımları sıralayacak olursak bunlar; görüşme becerileri, terapötik ilişki, rapport, insan doğası, ilişki, çoklu ilişki, etik, iletişim, duygusal ilişki şeklinde sıralanabilir. Roman aracılığıyla bu kavramlar hakkında akademik bir bilgi kaynağından elde edinilebilecek kadar verim elde edilebilir desek abartılmış olmayacaktır diye düşünüyorum. Yeter ki kuramsal bilgiyi bilelim. Kuramsal bilgi katı bir sistem olarak elde edilebilir ve zihnimize böyle yerleşebilir. İşte bundan sonra vaka tecrübesi, bireysel gözlemler ve bu türden edebi eserler bahse konu olan katı hâli daha kıvamlı bir noktaya taşıyor. Bir başka ifade ile hayata dokunur hâle getiriyor, gerçekle temas becerisini kazandırıyor. Buna eserden bir örnek: “Breuer intihar riskini anlamak için sonucu hiç yanıltmayan bir sınav yapardı: Hastanın gelecek için planları var mı?”. Bu sorunun içeriği lisans düzeyindeki bir eğitimde görüşme teknikleri kapsamında muhakkak ele alınır. Bu olguya bir usta roman içerisinde karakterlerin dünyasına iyice girildiğinde denk gelmek; var olan kuramsal bilginin pratik tecrübesini kazanmamıza olanak sağlıyor. Bunun gibi nice örnek eserde okuyucunun karşısına çıkacaktır.

Romanın son bölümünde, Yalom da aslında son söz olarak kabul edebileceğimiz bir tarzla kendi eserine bir değerlendirme yazmış. Kurgu ve bilimsel bilgi arasındaki dengeye işaret etmiş. Eserdeki karakterlerinin gerçek kimliklerini açıklamış. Her birinin yaşam öyküsünü sunmuş ve bu karakterlerin seçilmesinin aslında eserin bağlamının inşası esnasında sıkıca düşünülmüş olduğunu aktarmaya çalışmış. Böylece Yalom karakterlerin gerçek kimliklerini okuyucusuna aktarıp kurguyu da göz önüne sererek bir denge inşasına soyunuyor denebilir.

Özetle, Yalom bu eserinde psikoterapinin neden ihtiyaç olduğunu, nasıl bir uygulama olduğunu, nelerle karşılaşılabileceğini ve samimiyetini yani zarar vermemek ilkesine sımsıkı sarılarak eldeki bilgi ile karşıdaki insana en iyi çözümü sağlayacak çabayı sunmanın psikoterapideki yerini ve çoklu ilişkilerin psikoterapi sürecindeki doğurduğu sonuçları göz önüne seriyor. Karakter seçimi, kurgusu, olay örgüsü ile psikoterapi alanında bir kaynak kitabı mahiyetinde değerlendirilmesi gereken bir eser olduğu kanaatini ortaya koymayı önemsiyorum. Günümüzde romanların edebiyat dışı disiplinlerde eğitimi destekleyici işlevinin kabulünün olması özellikle ülkemizde bunun böyle değerlendirilmeye başlanmış olması heyecan verici. Bu tür etkileşimlerin daha çok olmasının gerekliliğine inanıyorum.

Son söz olarak eserin Psikoloji lisans eğitiminin başında ve sonunda okunması bir tavsiye olarak kaydedilebilir.



1 Yorum

Bir cevap yazın